Hollanda

Hollanda, Konya kadar olan yüzölçümüyle küçümsenir genellikle ama ülkeyi yürüyerek görmek istediğinizde, hiç de küçük değil emin olun! Günlük ortalama 20 bin adım attığımız, yorgunluk garantili bir geziye çıkmaya hazır mısınız?

Topraklarının %40’ı deniz doldurularak kazanılmış bir ülke. Eski ve yeni çok sayıda yel değirmeni (1180 tane) göreceksiniz şaşırmayın, önemli bir görevleri var: Karanın batmaması için su pompalıyorlar! Sembolleşen laleleri, 16. yüzyılda Osmanlı’dan getirtmişler. Bugün dünyaya lale satışı yapan lider ülke konumundalar. Hollanda’nın diğer sembolleri, peynir, bisiklet, kanallar, müzeler, ahşap ayakkabı ve Holştayn inekleri. Uyuşturucu, fahişelik ve eşcinsel evliliğin yasal olması ile de sosyal haklar konusunda ilericiler. Suçlu bulamadıkları için hapishaneleri bir bir kapanıyor.

Bu kadar genel kültür yeter, küçük bir araştırmayla bu bilgilere kolayca erişmek mümkün. Anlatmaya havaalanından başlamak istiyorum. Biz bir grup fotoğrafçı, her yıl 27 Nisan’da kutlanan ‘Kral Günü’ne katılmak için geldik. Turist alan bir dönem ve pasaport kontroller için sıra müthiş uzun. Havalimanında AB vatandaşları için göz tanıma uygulaması başlamış. Onlar çok hızla geçiş yaparken, biz kaybettiğimiz zaman için hayıflanıyoruz. İlk durak Koukenhof bahçeleri bizi bekliyor. Schiphol havalimanından ortalama 40 dk yolculukla ‘lalelerin evine’ varıyoruz. Öğleden sonra saatleri, 16 euroya biletlerimizi alırken turist gruplarının çıkışlarını izliyoruz. İçerisi hızla boşalıyor, fotoğraf için mutluluk verici, ayrıca ışık da giderek iniyor.

KEUKENHOF

‘Dünyanın en güzel bahar bahçesi’

Kapıdan adımımızı atar atmaz şiddetli bir sağanak başlıyor. Şemsiye, yağmurluk, bot bu dönemde gidecekseniz olmazsa olmazlarınız! Hazırlıklıyız neyseki, yağmurun kısa aralıklarla eşlik edeceği belli. Doğanın izin verdiği ölçüde çekimlerimizi yapıyor, kimi zaman cafe ve restaurantlara ya da hediyelik eşya satan dükkanlara sığınıyoruz.

 

Burası, sadece 2 ay açık! Nisan ve mayıs aylarında. Milyonlarca lale çiçeğinin sergilendiği 20 ayrı bölüm var. Orkide pavyonu da görülmeye değer. Dönümlerce arazinin ince bir zevk ve tasarım anlayışıyla oluşturulduğunu söylememe gerek var mı? 2017 yılının teması Hollanda tasarımı. Dutch tasarım, itaatsizliğin yenilikçi çözümlerle birleştirilmesi ile karakterize ediliyor. Mondriaan ve Rietveld gibi geçmişten gelen ünlü sanatçı ve tasarımcılar, Keukenhof sezonu için ilham kaynağı olmuş. Bahçede en çok öne çıkan köşe; lale ampullerinden yapılmış Mondriaan mozaiği.

 

Keukenhof’u çevreleyen ünlü lale alanlarını yel değirmenine çıkarak da görebilirsiniz. Uçsuz bucaksız lale yetiştirme seralarını bisikletle ya da botla da gezebilirsiniz. Muhteşem fotoğraflar garanti eden ve mutlaka görülmesi gereken bir bahçe! Çocuklar için de oyun alanları ve hayvanların olduğu bir alan bulunuyor. Havanın kararmasıyla saat 20.00’e doğru ayrılıyoruz, yeni adresimiz Rotterdam.

ROTTERDAM

Yarım saatlik bir araba yolculuğuyla Rotterdam NH Atlanta otele varıyoruz. Otelin odaları biraz küçük ama zengin kahvaltısı ve sempatik çalışanlarıyla bu açığını kapatıyor. Ayrıca şehrin merkezinde. Burası Hollanda’nın ikinci büyük şehri. 13. yüzyılda bir balıkçı kasabasıyken Avrupa’nın en büyük limanına dönüşmüş. İkinci Dünya Savaşında Almanların kenti bombalaması, tarihinde en büyük yıkım olmuş, harabeye dönmüş. 1950-1970 yıllarında yeniden inşa edilen kent, çağdaş mimarinin en nadide örneklerini barındırıyor.

 

Het Steiger Saint Dominic’s kilisesi bunlardan biri. Şehrin en eski yerleşim yeri bu alan. Bombalamadan sonra 1959 yılında yapılmış. Bildiğimiz kiliselere benzemiyor, Hristiyan duvar resimlerinin yerini mozaik süslemeler almış. Mısır’dan İsrail’e gelen göçü ve Amsterdam’daki kanalları simgeler mozaikler. Rahibin durduğu altar boş bir duvar mesela. Buranın felsefesi şöyle: ‘Başlangıçta hiçbir şey yoktu.’ 2. Dünya savaşından sonra sanat akımlarında görülen sadeleşme, mimariye de yansımış.

 

Yürüyerek Rotterdam’ı gezmeye devam ediyoruz, görülebilecek binalar, müzeler, alışveriş noktaları –ki en sevdiğim- yürüme mesafesinde, belki biraz yorucu ama kesinlikle çok doyurucu. Sırada meşhur küp evler var.

KÜP EVLER

40 evin her biri ağacı, hepsi birlikte ormanı simgeliyor. Felsefesini ilk duyduğumda etkilendim ama içinde yaşamak zor olurdu diye düşünmeden edemedim. Altıgen olmaları ve 45 derecelik açıyla durmaları bunu düşünmeme sebep olmuştu elbette. Alan kullanımı açısından da şekli dolayısıyla ciddi kayıp verilmiş. İçinde bir de otel var, burada yaşamanın nasıl bir şey olduğuna merak edene duyurulur☺ Oteli dışında, ofisleri ve okulu da olan kübik evler, bu kente turistleri çeken önemli bir etken. Fotoğraf çekmek için en çok vakit ayırdığımız noktalardan biri oldu burası. Büyük bir alan, çok açısı var, avluları, merdivenleri, geometrisi ve tabi toplu fotoğraflarımız☺

Bu mimarinin atmosferi bizi çarptı, zor çıktık. Küp evlerin arka tarafı eski limana bakıyor. Liman boyunca yürüyoruz. White House sağ tarafımızda. Ofislerin olduğu bina Avrupa’nın ilk gökdeleni. Erasmus Köprüsüne doğru yol alıyoruz. Yol kenarında direklere flamalar şeklinde asılan afişler aslında bir sergi: Avrupa’nın göçmen sorununa dikkat çekiyor. Şehri ayıran Nieuwe Maas nehrinin iki yakasını birbirine bağlayan Erasmus Köprüsü oldukça işlek. Hem araç hem bisiklet trafiğinden kendimizi korumak, bir yandan da nehrin ve etraftaki mimari örneklerin fotoğrafını çekmek dikkat gerektiriyor. Yağmur hatta kısa süreli dolu da eşlik etmeye başlayınca hızla kendimizi Hollanda Fotoğraf Müzesi’ne atıyoruz. Akşam beşe kadar açık olan müze iki katlı, cafesinde biraz soluklanabilir ve 12 euroya gezebilirsiniz. Efsane Magnum fotoğrafçısı Henri Cartier-Bresson’un ‘Avrupalılar’ sergisi bizi bizden alıyor. Savaş sonrası Avrupalıların gündelik hayatlarından kesitler sunan sergi çok etkileyici! Ağrıyan ayak tabanları, açlıktan guruldayan mide vız geliyor tırıs gidiyor!

 

Ruhumuzu doyurduk sıra midede! Etrafta çok sayıda cafe olsa da biz kendimizi Markthal’da buluyoruz. Rengarenk bir dünya burası, hem de mimari ödüllü. Zeminde market, yiyecek tezgahları, kenarlarda da evlerin olduğu kapalı bir pazar yeri. Kemerin içi, üç boyutlu meyve ve sebze fotoğraflarıyla sanat eserine dönüşmüş. Adı da: ’cornucopia’. Binanın altındaki süpermarketten peynirlerinizi alabilirsiniz, fiyatları turistik değil!

 

Rotterdam’dan ayrılma vakti, kenti tam sevmeye başlamışken ve henüz sokaklarını keşfedememişken üstelik! Hayır gitmek istemiyorum. Bir güne daha ihtiyacım var!

DEN HAAG (LAHEY)

Yolculuk bir saat kadar uzaklıktaki Lahey’e. Hani şu Birleşmiş Milletler Adalet Divanı ile bildiğimiz. Hollanda’nın üçüncü büyük kenti. Hükümet binası olarak kullanılan tarihi Binnenhof Sarayı etrafında küçük bir gezi yapıyor ve fotoğraf çekiyoruz. Ertesi gün ‘Kral Günü’, büyük kutlamalar yarın Amsterdam’da olacak ama Den Haag’da da sokak partileri için hazırlıklar başlamış. Yemek zamanı! Kendi adını taşıyan birasıyla ünlü Rootz restaurantta geldik. Rezervasyon olmasaydı yer bulamazdık, çok kalabalıktı. Kendilerine ait mutfakları olmayan Hollandalıların, yerel ne yiyebilirim sorunuza cevabı, peynir sosuyla servis ettikleri patates kızartması, ekmek arasına koydukları çiğ balık ve Heineken bira olacak, şaşırmayın!

AMSTERDAM

Geceyi Amsterdam’da geçireceğiz. Yarın Kral günü, tüm Amsterdam sokakta! Dinlenmeli ve enerji toplamalıyız, çok merak ettiğimiz Red Light (Kırmızı Fener) sokaklarını ertesi güne bırakmak gerekecek! Bu defa otelimiz kent merkezine uzak, tramvay kullanacağız. Corendon Vitality otelin sahibi Türk. Odalar geniş ve yeni. Kahvaltı çok zengin ve demleme çay var. National Geographic tarafından dünyanın en güzel tramvay hatlarından biri seçilen 2 nolu trenle 20 dakikada zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, merkeze Dam Meydanı’na gidiyoruz. Sabahın erken saatlerini kalabalık olmadan Van Gogh’a ayırıyoruz. Tramvaydan müzeler bölgesinde indiğimizde saat dokuz ama kuyruk uzamaya başlamış bile! Etrafta aklımızı çelen onca şeye sırt çevirmek gerek yoksa müzenin kuyruğu zamanımızı çalacak. İçi ünlü ressamın hayatı ve eserleriyle dolu dört katlı kocaman bir hazine sandığı burası. Çok uzun saatler ayırmanız gerek hakkını verebilmek için. Akıllara kazınan pek çok resminin yanı sıra ‘zeytin ağaçları ve hasatını’ da anlatan ölümsüz Van Gogh hepimizi bir kez daha büyülüyor. Müzeyi önceden gezen grubumuzun diğer kısmıyla Vondelpark’ta buluşacağız. Hemen yanı başımızdaki dünyaca ünlü diğer müzeleri gezemeden, Kral günü kutlamalarına katılmak ve fotoğraf çekmek için ilk durağımız Vondelpark’a doğru yürüyoruz. Aklım bir daha kesinlikle gelmeyi öğütlüyor durmadan!

Amsterdam’ın en büyük parkı, kral günü eğlencelerinin önemli bir ayağı. İkinci el eşyaların satıldığı sergiler, canlı müzik ve dansın olduğu cafeler, çocuklara yönelik oyunlar, piknikler… Kocaman bir panayır alanındayız hissine kapılıyorum. Öylesine kalabalık ki her yer, çocukluğumun İzmir Fuarı geliyor aklıma. Kanalların etrafında yürümek ve fotoğraf çekmek üzere yol alıyoruz. Tüm Amsterdam tek bir renk olmuş: turuncu! Bağımsızlıklarını kazandıran kralları William van Oranje’a saygı ve minnetlerini portakal rengiyle simgeleştiriyorlar. Nehrin üzerinde süzülen teknelerde eğlenen ve dans eden halkı fotoğraflamak için köprü üzerlerinde canhıraç çalışıyoruz. Biraz ötedeki müziğin sesi bizi sokak partisine davet ediyor. Şimdi eğlenme sırası bizde☺ Gün boyu sık sık bu partilere rastlayacağız…Onca çılgınlığa rağmen etrafta polis, bariyer, taşkınlık görmemek! Kanalları çevreleyen duvarlar ve korkuluklar görmemek! İnsan ters düz oluyor, başka bir dünya gerçekten mümkünmüş demek☺

 

Dam Meydanı, Rembrandt Meydanı, Magere Brug Köprüsü derken, günün sonu zonklayan ayak tabanları! Dinlenmeli ve bişeyler yemeliyiz akşam bull dog cafeler ve kırmızı fener sokağı bizi bekliyor. Peşinen belirtmeliyim en çok merak ettiğim iki şey: bull dog ismiyle markalaşmış bu cafe shoplar ve genelev niteliğindeki red light district yani kırmızı fener mahallesi. Burada fotoğraf çekmek yasak. Çok büyük bir alan ancak bir iki sokağını gördük ama gördüklerimiz yetti. Kadınların camların arkasında erkeklere gel gel yapan hallerinin erotizmle alakası yok! Olsa olsa pornografik hissettiriyor ve rahatsız ediyor. Çok da kalamıyorsun bu bölgede, cafe shoplar ise gece gündüz çok kalabalık. Seks shoplar çok renkli ve eğlenceli☺ Günü kapatıyoruz.

Kırsal hayata tutkum beni köylere götürüyor. Dam Meydanına çok yakın olan Merkez İstasyona giderek Marken, Edam, Volendam’a nasıl gidebileceğimize bakıyoruz. Burası sadece otobüs değil, aynı zamanda tekne, gemi ve tren yolcularının da başlangıç noktası ve çok büyük! Önce ciddi bir endişe kaplıyor içimi, vakit az ve kaybına tahammülüm yok.

Neyseki çok kolaylaştırıcı ve pratik yönlendirmelerle kısa sürede bir danışma ofisinin içinde buluyoruz kendimizi. 10 euroya bütün gün, köy köy gezebileceğimiz, farklı güzergahlar çizilmiş haritamız elimizde otobüse biniyoruz.

EDAM

Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından ilk durak Edam. Kanalların etrafında kurulu, küçücük bahçeli evlerin olduğu sakin, sessiz bir köy. Hollanda’nın altın zamanlarında çok zenginleşmiş ve hala bu zenginliğini koruyor. Peynirini yiyip de Edam’a gitmemek olmazdı, marketlerinden peynir aldık ama ‘peynir müzesi’ni gezemedik.

VOLENDAM

Otobüsten indiğimiz noktadan elimizdeki aynı biletle bu kez Volendam’a geçtik. Daha büyük ve daha hareketli Edam’a göre. Sahile doğru yürüyoruz. Her yeri waffle kokusu sarmış. Hediyelik eşya dükkanlarının sonunda cheese factory dükkanı var. İçeride önce peynirin yapım aşamaları canlandırılmış sonuna da satış marketi konmuş. Eee almadan olmaz! Zengin bir balıkçı kasabası olan Volendam’da minibüslerde satılan taze  balıklardan yiyebilirsiniz.

MARKEN

Marken’a, Volendam’dan teknelerle ulaşılıyor. Minik bir balıkçı kasabası. Sahilde, Marken’ın tarihini yaşatan etnografik evi görerek geleneksel yaşama tanıklık ettik. İçerilere doğru yaptığımız yürüyüş bizi ‘Marken ayakkabı müzesi’ne götürdü. Her yer ‘clog’ (takunya) denilen geleneksel tahta ayakkabılarla dolu. Buranın hemen devamında bizi Amsterdam’a geri götürecek otobüs durağındayız. Havaalanına gitmek üzere otelde arkadaşlarımızla buluşuyoruz.  Bir arada geçirdiğimiz dört gün bizi birbirimize yakınlaştırıyor. Bu birlikte yaptığımız son gezi olmayacak!

Fotoğraflar: Ramazan Emiroğlu

Yazı: Nilgün Yanık Emiroğlu